Ahmet’in okumaya başladığı harflerin başında N harfi vardı. Ondan sonra dikkatlice baktığında A harfini fark etti. Yanında ise M harfi vardı. Bu harfler kendisine bir ibadeti hatırlatıyordu. Ama önce harfleri okumaya devam etti. İkinci bir A harfi vardı. Sonunda ise kuyruğu biraz uzayarak aşağıya doğru inen Z harfini gördü. Heceleyerek okudu;
Ahmet’in okumaya başladığı harflerin başında N harfi vardı. Ondan sonra dikkatlice baktığında A harfini fark etti. Yanında ise M harfi vardı. Bu harfler kendisine bir ibadeti hatırlatıyordu. Ama önce harfleri okumaya devam etti. İkinci bir A harfi vardı. Sonunda ise kuyruğu biraz uzayarak aşağıya doğru inen Z harfini gördü.
Heceleyerek okudu; NA MAZ.
Namaz dinin direği olarak ibadetler arasında önemli bir mevki edinmişti. Secde anı ise Rabbimizle buluşma sevinci olarak, sevgililer sevgilisine en yakın an olarak belirtilmişti. Müminin miracı olarak göklere yükselişin belki de ruhun yüceleri seyir haline geçişi olarak ayrı bir değere sahip olmuştu.
Peki, bu yüreğimizin süsü, alnımızın nuru, sırat köprüsünde rehberimiz olan ibadi eylemin cehennem kapsısında ne işi olabilirdi? Ahmet bu merakla açılan kapıdan içeriye girdi. Kapının önünde yüzleri kapkara, bedenleri kocaman insanlar gördü. Alınlarında ise büyükçe bir oyuk vardı. Oradan irin ve kan akıyor, gözlerinin üzerine gelerek çok iğrenç bir görüntü oluşturuyordu.
Suçlu bir şekilde yanlışlarını anlamış olarak ayaklarının altından akan dehşetengiz bir ateş deresinin hemen yanında bekliyorlardı. O sırada bu odanın tavanı yavaşça açılmaya başladı. Ateş çukurlarına inat göz sevini ve ruha büyük bir sevinç veren soğuk su nehrinin aktığı yemyeşil ağaçlarla kaplı gözlerin görmediği güzellikte bir bahçe göründü. Bahçenin içindeki insanlar ise ipek elbiselerin içinde ağaçların eşsiz meyvelerinden yiyip, pınardan su içiyorlardı.
Ateş ehli bu manzarayı görünce korkularından çatlayacak duruma geldiler. Şunlar dünyadaki miskin dedikleri alay ettikleri insanlar değil miydi? Şimdi gıpta edilecek bir haldeydiler.
Cennet ehli göz kamaştıran güzelliğin içinden tebessüm ederek; “Sizi şu yakıcı ateşe sürükleyen ve ahiretini mahveden şey nedir?” diye sordular. Onlar ise suçunu itiraftan başka çaresi kalmamış kimselerin psikolojisiyle cevap verdiler; “Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksulları da doyurmuyorduk. Boş ve faydasız işlere dalmış bir şekilde yaşıyor aynı zamanda da bu karşılaştığımız günü de gerçek görmüyorduk. İşte biz bu şekildeyken ölüm bize geldi çattı ve …”
Cennet ehli tekrar sordu; “Peki kılmadığınız namazlarınız sizi nereye sürükledi?” dediler. Onlar da; “İşte beklediğimiz şu ateş derelerinin yanına sürükledi. Ve daha neyle karşılaşacağımızı da bilmiyoruz? Ama bildiğimiz bir şey var ki yalanladığımız ve karşılaşmayacağını sandığımız ceza günü doğruymuş. Ancak bu anlayışımız bize bir fayda sağlamadı. Keşke dünyadayken bunların farkına varsaydıkta geçici zevkler uğruna sizin sahip olduğunuz şu ebedi güzelliği kaybetmeseydik” dediler.
Bu karşılıklı konuşma bittikten sonra muhteşem güzellik yavaş yavaş tavandan kayboldu. Gözler hasret ve pişmanlıkla tavana asılı kaldı. Ancak bu sırada zebanilerin “Haydi atlayın bakalım ateş nehrine!” sözleriyle kendilerine geldiler.
Önlerinde kendilerini tutup parçalayacakmışçasına saldırgan bir şekilde hararetli hararetli akan ateş duruyordu. Dünyada olsaydı belki yine bu emri umursamaz ve göz ardı ederlerdi. Ancak yaşadıkları şu ıstıraplı an gerçekleştirmedikleri ibadetlerin ve yalanladıkları gerçeklerin bir sonucuydu. Şimdi itiraz hakkı yoktu. İsteyerek ve istemeyerek emre uymak zorundaydılar. İsteyerek reddettikleri emirler şimdi istemedikleri sonuçlar doğurmuştu.
Kara yüzlü günahkârlar bir bir atlamaya başladı ateş nehrinin içine. Ateş büyük bir iştahla kollarının arasına alıyordu. Sonra da şiddetli bir akıntıyla aşağılara doğru sürüklemeye başlıyordu.
Gayya vadisine doğru gidiyordu şiddetli nehirin akıntısı. Namazsızlar ateşin içinde bocalayıp bocalayıp duruyor ama nafile bir uğraş veriyorlardı. Nehir onları üzerlerinden anlar ve irinler akan bir vadiye doğru sürüklemeye devam ediyordu.
Vadiye vardıklarında bir bir nehirden fırlıyorlardı. Ateş onları gideceklere yere taşımıştı. Aslında onları buraya ateş değil, yapmaları gerekirken yapmadıkları davranışları sürüklemişti.
Bu vadi birkaç bölmeden oluşuyordu. Bazıları namazsızların, bazıları da namazlıların mekânıydı. Ahmet namazsızları anlamıştı anlamasına ama şu namazlılara ne diye buradaydı onu anlamamıştı.
Namazsızlar vadiye atıldıktan sonra bedenleri gibi büyük taşlardan evler yapmaya başlıyorlardı. Bu şekilde içine girip ateşten kurtulacaklardı. Fakat tam evi bitirdik diye seviniyorlardı ki birden ev ateş kütleleri olarak başlarına yıkılıyor ve koca taşlar mancınıktan fırlatılmışçasına birer ateş topu olarak alınlarına isabet ediyor ve kendilerini ateş göletlerine düşürüyordu.
Kalın duvarlardan sızan irinler ve kanlar ise ateşin yakıcılığının yanında ayrı bir azap veriyordu. Bu olay tekrar başa dönüyor ve ev yapmaya başlıyorlardı.
Dünyada kılmadıkları namaz dinlerinin direğini yıkmış, burada başlarına ateş olarak düşüyordu.
Ancak az ileride namazsızlardan bir kısım vardı ki bunların azabı daha şiddetliydi. Zebaniler ellerinde çelik kamçılarla koca bedenlerine vurarak onları ateş hendeklerine doğru sürüklüyorlardı.
Ateş hendeklerinin az ilerisinde çok güzel, muhteşem bir cennet bahçesi görürler. İçinden şarıl şarıl soğuk pınarlar akmaktadır. Şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemez bir şekilde oraya doğru koşmaya başlarlar. Ama birden önlerine şeffaf bir ateş perdesi dikilir. İçinden ateşten bir eldiven çıkar. Yüzlerine, karınlarına vura vura ateş çukuruna doğru sürükler.
Sonunda namazsızın perçemlerinden yakalayarak ateş deresinin içine yuvarlar.
İrinler ve kaynar sular tavandan akmaktadır. Namazsızsın çehresi kötülüğünün sonucu olarak iğrençliğinden tanınmaz bir hal alır.
Zebaniler dereden çıkmaya çalışan namaz engelleyicisini alır ve çelikten halatlarla bağlayarak tavana asarlar. Demirden kamçılar kapkara olmuş bedenin üzerinde işlemeye başlar. Bu azap uzun müddet devam eder. Sonra yılanın deri değiştirmesi gibi acıya alışmış beden o kara, yanmış, kamçılarla yaralanmış, kan ve irinlerle kaplanmış hali üzerinden çıkar.
O cehenneme ilk atılmış haline dönen beden yeniden azabın ilk aşamasıyla karşı karşıya kalır. Ateş hendeklerinin arasında gördüğü cennet pınarına doğru koşuyla birlikte acının serüveni yeniden başlar. Bir ses yükselir; hadi çağır ordularını kurtarabilirse kurtarsın seni, bizim Zebanilerin acımasız ellerinden.”
Bu bölümde bedeni diğerlerinden daha büyük olanlar vardı. Bunların başlarında bulunan zebaniler de onlara nispetle daha güçlü duruyorlardı. Birden onlardan birisi kendisini buraya atan günahını hatırladı; O büyük önder Hz Muhammed (as) Kâbe’nin yanına namaz kılıyordu. O ise büyük bir gururla namaz kılmakta olan peygamberi namazdan engellemek istemişti.
Ancak o zamanda önünde dehşet bir ateş çukuru görmüştü. Oradan uzaklaşmıştı. Ama şimdi uzaklaşamıyordu. Güvendiği kudreti, orduları, zenginliği, holdingleri yoktu. Hepsi ateşin odunları olarak azabını arttırmaktan başka bir şey yapmıyordu.
Bu bölümdeki azabı yaşayanlar, namazı kılmadığı gibi, namaz kılmakta olanları namazdan engelleyen, sadece namaz kılıyor diye onları işinden, aşından eden zenginliğine ve saltanatına güvenen şımarık insanlardı.
İşte şimdi hepsi hayal olmuş kendilerinden uzaklaşmışlardı. Asıl kendilerine acı veren ise gördükleri halde ulaşamadıkları cennettin güzellikleriydi. Dünyada öylesine büyük güzellikleri ne kendileri yaşamış ne de başka yaşayanı görmüşlerdi. Orada sakallı, namazlı, örtülü diye alay edip fabrikalarından çıkardıkları zavallı insanların sahip olduğu zenginlik ise görülmeye değerdi.
Zebanilerin bekçilik yaptığı bu bölümde, alınlarında kara lekeler bulunan bazı insanlarda vardı. Bunların bulunduğu odların üzerinde ise “Yazıklar olsun namaz kılanlara” yazılıydı. Ahmet şaşkınlıkla namaz kıldıkları halde cehennemde olanlara bakıyordu. İlk etapta yüzleri, bedenleri güzel görünüyordu. Ancak alınlarındaki kara leke yavaş yavaş o kadar büyüyordu ki, vücudun tümünü kaplıyordu.
Zebanilerin alınları kara lekelilere ellerindeki ipek görünümünde olan kamçılarla vuruyorlardı. Bu ipek kamçılar bedenlerine indiğinde birden her tarafından uzun çiviler çıkıyordu. Normal görünen beden birden bire öylesine çirkin bir hal alıyordu ki iç organları dışarı sarkıyor, onların içinden de kocabaşlı yılanlar çıkıyordu.
Sahip olduğu güzellik elinden alınıyor ve ipek görünümlü kamçılarla ateş deresine doğru sürükleniyorlardı. İçlerinden çıkan yılanlar alınlarındaki kara lekelere yerleşiyor secde yerlerini yemeye başlıyorlardı. Böylece sözde nurlu olması gereken bölge yılanların mekânı oluyordu. Kendilerini cennete taşıyacak nur karanlığa mahkûm ediyordu.
Malik bunlarında namazlarında gösterişe kaçarak, yetimi, yoksulu doyurmayanlar olduğunu belirtti. Kıldıkları namaz kendilerini kötülükten alıkoymadığı gibi, yetimlere ve ihtiyaç sahiplerine karşı da kaba ve sert davranıyorlardı. İşte şimdi de zebaniler kendilerine sert davranıyor, kıldıkları namaz alınlarında kara lekelere dönüşerek yılanların yuvası oluyordu.
Ahmet cehennemin bu bölümünde dinin direğinin yıkılmasının ne gibi sonuçlara yol açacağını gördüğü gibi, namaza karşı düşmanlıkta bulunanlarında ne tür azaplara duçar olacağını yakından müşahede etme imkânına sahip olmuştu. Hele o bağırışları yok mu ne korkunç feryatlardı.
Dünyaya geri dönme ve orada namaz kılma istekleri, namaz kılanlara karşı anlayışlı ve hoşgörülü olma sözleri gözlerinden kanlı yaşlarla dökülüyordu. Ama cehennem pişmanlığın fayda vermediği bir yer olmasının yanı sıra yapılan kötülüklerin karşılığının görüldüğü ve bu hususta acımanın olmadığı bir yer olarak kötülerin karşısına çıkıyordu.
Buradaki ateş ehlini de kendi hallerine bırakarak önlerinde açılacak yeni kapıya yöneldiler. Bakalım daha ne gibi acayipliklerle karşılaşacaklardı.
Konu: Geri: DİNİ HİKAYELER Çarş. Mart 11, 2009 9:17 am
paylasım için tesekkürler
Konu: Geri: DİNİ HİKAYELER Perş. Mart 12, 2009 12:46 am